(2001–2002 Sezonu Şampiyonlar Ligi Eczacıbaşı Bayan Voleybol Takımının Hırvatistan ve İtalya Seyahati)
Hırvatistan’ı yendikten sonra, gürültü yapıyor diye geceleri klimaları kapattığımız sıcacık odalarımızdan, ileride çok lafı geçecek çantalarımızı topladığımız gibi çıkıp havaalanının yolunu tuttuk. Şampiyonlar ligi programımız Hırvatistan maçını oynadıktan sonra, bir hafta sonra İtalya’da oynayacağımız Bergamo maçı için Vicenza’ya gidip, üç dört gün Vicenza ile antrenman maçları oynayıp sonrada Bergamo’ya geçmek olarak planlanmıştı… Evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor işte! Uçağa binip Roma’ya vardık ve Venedik uçağını beklemeye başladık. Saatler 21.00’i gösteriyordu ve uçak fobisi olan arkadaşlarımızda dahil olmak üzere yaklaşık iki saat boyunca bir uçağa binmeyi hiç bu kadar arzu etmemiştik.
Buraya kadar yaşanan her şey, her takımın deplasmana giderken yaşayabileceği normal olaylardı. Ne zamanki yoğun kar yağışı nedeniyle kuzeye bütün uçuşlar iptal edilip çark dönmeye başladı, bizim başımıza gelenler de rutin olaylar olmaktan çıktı.
Öncelikle bagajlarımızı geri almamız gerekiyordu. Bunun için bir alt kata inip 13 numaralı bandın önünde 15 dakika bekleyip dönen bagajları seyrettikten sonra “Information Man” Sezal’ın bilgilendirmesiyle yanlış yerde beklediğimizi, aslında en başından itibaren 14 numaradaki bagajları seyretmemiz gerektiğini öğrendik. Biz çantaları 13’te bekleye duralım bizim çantalar biraz eksilmiş olarak 14’te dönüp duruyorlarmış. (Olsun, o kadar dönmeye ne olsa eksilir !) Çantaları sırtlanıp seyahatimize nasıl ve hangi taşıma aracıyla devam edeceğimize karar vermek için bir üst kata çıktık. Bütün kızlar, kaybolmayan bagajlar ve bir de Serdar, bir meet pointte (ukalalık olsun diye İngilizce yazmıyorum. Zira bütün seyahat boyunca bir “meet point” tir gitti.) oturup teknik ekipten haber beklerken (yaklaşık bir saat kadar!) kaptan Özlem’e gelen bir telefonla Türkiye ve Avrupa Şampiyonu şanlı Eczacıbaşı Bayan Voleybol Takımı’nın ilk defa katıldığı 12. Camel Trophy ‘nin İtalya ayağı başlamış oldu. Telefondaki ses Roma’nın merkezine giden bir tren bulduklarını yetişmek için ise sadece 4 dakikamız olduğunu bütün bagajları toplayıp tarif edilen yere en kısa sürede varmamız gerektiğini söylüyordu. Özlem bunları dinlerken ve sonrasında bize aktarırken 1 dakika zaten geçmişti. Kaldı mı 3 dakika! Boşta hiçbir yerimiz kalmayacak şekilde bütün çantaları (Uyanık Teknik Ekip araç bulmaya çantasız çıktığı için, onların ki de bizde) vücudumuza asıp, Sezal’ın İtalyanca pembe gazetesini de ! alıp deli gibi koşturmaya başladık. Bu koşu sırasında Gökçen, sırtında 3 sırt çantası, boynunda bir top çantası, sağ elinde Anji’nin bavulu, sol elinde diğer top çantası ve ağzında da Sezal’ın okumasını bilmediği İtalyanca gazetesiyle görülse dahi şaşırmaya da vaktimiz olmadığından görmemiş gibi yaptık. Koşturmaca sırasında takımın sadece bir kısmı asansöre binmeyi başarabildiğinden diğerleri yolu tamamen kaybedip Roma Havaalanının orta yerinde ışık görmüş tavşan gibi kalakaldı. İçinde bulunduğumuz o depresyonlu durumda maalesef Sezal’ın İtalyanca gazetesini ağırlık yapıyor diye atmak zorunda kaldık. Bu gerçeği buradan kendisine bildirelim, aslında o bunu Uranüs’le Neptün’ün o gün birbirlerine yaptıkları açıyı ve birbirlerine etkilerini hesaplayarak çoktan biliyordur zaten de biz birde yazılı tebliğ edelim de olay resmiyet kazansın istedik. Olayın adı konsun yani…
Neyse, söylemeye gerek yok, biz o treni kaçırdık tabii. Sırf stresten yani, yoksa biz o güne kadar yaptığımız anaerobik antrenmanlar sayesinde ağırlıklarda olsa son derece hızlı koşabilmiştik. Henüz sinirleri gerim gerim gerilmemiş Kurtaran Abi, bizim o can hıraş koşturmamıza şahit olunca pek bir şey demedi. Diğer treni beklemeye başladık. Hava ayaz ötesi, ellerimizin parmak uçlarından itibaren donma belirtileri vücuda doğru yayılırken ellerimizi ceplerimize bile sokamıyoruz çünkü bırakın avuç içini, boş parmağımız bile yok. Neredeyse her parmağa bir şey asılı… Allah sizi inandırsın-bizi inandırdı çünkü- bir burun bu kadar mı bir şey hissetmez? Lokal anestezi altında tren bekliyoruz sanki. Genel anesteziye geçiş yapmadan diğer tren geldi. O kısacık tren yolculuğunda bile bir yangın, bir de başka bir olay atlattık ama onu burada söylemek takım ruhuna aykırı olduğundan onu geçelim. Anlayan anladı zaten değil mi Elif, Mesude, Natali, Gökçen, Deniz ve Tanya!
(Fotoğraf için tıklayınız….
Biz sanıyoruz ki Roma’ya geldik ya iş bitti. Meğer asıl macera şimdi başlıyormuş. Trenden indiğimiz istasyonun üst katına çıktık. Çıktık derken bir ben bir de çantam şeklinde değil tabii. Bir ben ve beş çanta hep beraber… Ortalarda, yürüyen askılık gibi dolaşan 12 bayan. Teknik ekip yine “biz bir bilgi toplayalım” cümlesiyle hooop ortada kayboluverdi, sanki hemen bir bakıp geleceklermiş gibi. Sonra acil bir telefon “Çabuuuk… şuraya gelin”. Eee çantaları bizde tabii. Neyse bu kez Anji kendi çantasını taşıyınca bir anda sağ eli boş kalan Gökçen’i sakinleştirmek kolay olmadı. Üst kata çıkınca, söylemeye gerek yok teknik ekip bizi yine bulması kolay bir köşeye (yine meet point) oturtup yolculuğumuzu daha renkli bir hale getirecek başka bir taşıt bulmaya gitti. Bu arada yolculuğumuzun ilk dakikasından itibaren seyahatin rutini olan (Sezal’ın her konuda bilgi vermesi hariç) bir olayı yeri gelmişken belirtmek istiyorum. Staffdan her haber bekleme süresi ve bekleme pozisyonu içinde ne zamanki takımdan iki üç seyahatzede tuvalete gidiyor, “HADİİİ TOPLANIN ÇABUUUK! TREN KAÇIYOOOOR! ÇABUK!” diye bir haber geliyor. Her defasında durumu Kurtaran Abi’ye korka korka alıştıra alıştıra söylüyoruz. “Iııı şey Kurtaran Abi, malum kış ani bastırdı, üşüyünce de biliyorsun ıııı şey, çantalarla koşarken de yani işte, idrar yolları…. Tuvalete gittiler Kurtaran Abi. Ama inan istemeye istemeye.” Birinci de baktık bu söylemler bizi Azab-ı Kurtaran’dan kurtarmıyor, ikinci seferde strateji geliştirip “Tamam geliyoruz Kurtaran Abi” deyip, onlar gelene kadar oturduğumuz yerden (bildiğiniz yer yani, beton, zemin, taş vb) çantaları toparlayıp ancak kalkıyormuş gibi bir hava yaratıp oyalanma taktiğini uygulamaya başladık. Lakin Kurtaran Abi bu numarayı da yutmayınca beklenen çemkirme ve sıkıyönetim geldi tabii: “Seyahatin sonuna kadar bir daha tuvalete gideni görmeyeceğim.” Biz 9. Komando Tugayı, Kurtaran Abi ise Yaşar Büyükanıt, seyahate bu şekilde devam ettik. Bizim derdimiz başımızdan aşmış, açlık, yorgunluk, soğuk… Bir de sürekli yanımıza gelen İtalyan satıcılar, niye yerlerde topluca oturduğumuzu merak eden İtalyan vatandaşlar… Biz satıcılara “Ya git kardeşim istemiyoruz” diyoruz, Natali de “No volyo sinyor no volyo” falan bir şeyler mırıldanıyor. Artık Natali ne demek istiyor da ne diyorsa İtalyanlar birken iki, ikiyken üç oluyor etrafımızda. En sonunda biz “Natali Allah aşkına İtalyanca bir şeyler söyleme ya, Türkçe veya Rusça konuş bari” demek zorunda kaldık kıza. Yaklaşık bir buçuk iki saatte orada (meet pointte) çantaların üzerinde oturduktan sonra nihayet beklenen ses gece yarısı uzaklardan geldi. “HADİİİ” Bu komutla beraber yükümüzü yüklenip yemek yiyecek bir yer aramaya başladık. Ama söylemeye gerek yok, o hadiiyle aynı anda yine iki arkadaşımız tuvaletteydi ve aynı kriz bir daha yaşandı. Öyle “Hadi yemek yiyelim” deyince yemek yenmiyor ki. Bu, bizim seyahat şeklimize uymaz her şeyden önce. O yemeği hak etmek lazım. Bu yüzden her yerin kapanma saatinde gideceksin ki tadı çıksın. Koşturmadan boğazımızdan lokma geçmiyor. Bunun içindir ki gözümüzün önündeki Mc Donalds’ı mahsusçuktan arıyormuşuz gibi yaptık ki kapansın da öyle gidelim, biraz zorlaşsın işler diye. Biz hamburgerciye çantaları koyduğ
umuz arabalarla, soğuktan korunmak için başımıza sardığımız eşofmanlarla öyle bir dalış yaptık ki, personel o zamanlar pek revaçta olan Usame Bin Ladin Talibanları baskın yaptı diye apar topar kepenk indirdi. Allahtan Sezal vardı da bizim Taliban değil, bir avuç aç insan olduğumuzu istatistiklerle anlattı. Hemen bize paketleri verip sepetlediler. Bu arada az da olsa ısındık. Çantaların üzerine paketleri koyup, çıktığımız yere yani istasyona geri döndük. Medine fukaraları gibi yer sofrası yapıp yemeğimizi yedikten sonra hedef, bizi Bologna’ya götürecek bir başka tren istasyonuydu. Bu arada bizim Bologna’da bir işimiz yok, aslında biz Vicenza’ya gitmek istiyoruz. Ama tadı çıksın diye mahsusçuktan Bologna üzerinden gidelim dedik! Öbür istasyona o soğukta çantalarla yürüyerek de gidebilirdik de tadı damağımızda kalsın da tekrarını yaşamak isteyelim diye şimdilik taksiye binelim başka bir seyahatte nasılsa açığı kapatırız diye düşündük. Treni kaçırmamıza kırk dakika kalmıştı. O yüzden taksi bulamıyorduk. Atay telefonla, Sezal koordinatlarımızı hesaplayarak, Anji’de en bilindik ve sıradan yöntem olan sokakta “taksi” diye bağırarak taksi bulmaya çalışıyordu. Sonunda treni kaçırmamıza yirmi dakika kala taksiler bulundu. Araçlardaki ilk beş dakikamız buzlarımızın çözülmesiyle geçti. Hikâyemizin bu kısmında taksilerden birinin kaybolmasını veya kaçırılmasını bekledik gerçekten. Ama bu seyahatte kısmet değilmiş! Nihayet yataklı trenle 4 saat yol gideceğimiz istasyona geldik. Tren henüz gelmemişti, beklememiz gerekiyordu. Lakin soğukta beklemezsen sayılmıyormuş o yüzden biz de iyice sayılsın diye ayaza çıkıp orada bekleyelim dedik. Soğuğun neden olduğu geçici hafıza kaybı dolayısıyla orada ne kadar beklediğimizi hatırlayamıyorum. Beklediğimiz tren rötar yapınca artık bizde film koptu. Zor günler için hücrelerde depoladığımız ısıların da soğuktan vücutları terk etmesiyle dış görüntüler insandan zombiye bir geçiş yaptı. Konuyla ilgili ilk müdahaleye alışık olduğumuzdan hemen çantalardan eşofman altları kotların üzerine giyilip, üstleri de kafalara sarıldı. Peşmerge görünümündeki bir grup hilkat garibesini gören İtalyanlar önce çaktırmadan usul usul sonra koşar adımlarla ters istikamete kaçmaya başladılar. Beyine kan akışı da yavaşlayınca hafızada hafif bulanmalar olan arkadaşlar olmadı değil. Nerede olduğunu, başında eşofmanla ne amaçla orada dikildiğini hatırlayamayanlar oldu deyim ben size. Öyle ki, hepimizin Elif olarak bildiği arkadaşımız yukarıda tarif edilen kılıkta, sürekli adının Elifelli olduğunu söyleyip ortalıkta “SİNYOR TERİM, SİNYOR TERİM” diye dolaşmaya, Aylin ise sırt çantası sırtında olduğu halde deli gibi koşturup “Çantam nerede, Çantamı gören var mı? Çantamı çaldılar!” diye dövünüp bağırmaya başlamıştı. Asıl korkunç olanı hiç kimsenin bu tuhaflıklara tepki vermemesi idi. Sezal bile konuyla ilgili bir dipnot düşmüyor, olaya bilimsel bir açıklama getirmiyordu. Nihayet tren geldi ve bindik. “Bindik” diye ayrıca belirtmek durumundayım. Çünkü tren gelince tabii bineceksiniz, yazmana gerek yoktu” diyebilirsiniz. Yok, her ayrıntı önemli. Çünkü tren gelebilir ama biz binemeyebilirdik de. Zaten bizden ve bu seyahatten beklenen performans o gelen trene bir aksilikle binememekti. O yüzden gururla yazıyorum ki biz o trene bindik. Sırtımızda ve ellerimizde bagajlar, normal insanların zor geçebileceği darlıktaki vagonları baştan sona geçtik ve yeni bir kurguyla karşılaştık. “Trende yer yoktuuu”. Hikâyenin bu kısmında İtalyan gençlerinin ne kadar misafirperver olduklarını da anladık! Davet üstüne davet deyim ben size.
Sonunda Sezal’ın İtalyan trenlerinin doluluk olasılıklarını hesaplamasıyla boş kompartımanlar bulabildik. Kompartımanları görünce İtalyan zekâsına hayran kaldık. Bir metre kareye 6 yatak sığdırarak çok şirin kutu gibi stüdyo kompartımanlar yapmışlar. Duvarın birinde üst üste 3 yatak, karşı duvarda 3 yatak, yatakların ebatı 80 cm’e 50 cm. Milimetre başına düşen yağ, kahve ve çimen lekesi miktarı 4000 metreküp/k.cal. Solunum başına düşen koku miktarı 12800 ml/cal. (Bu istatistiksel bilgiler Sezal’ın data volley analizlerinden.) Biz bu şirin mi şirin stüdyo kompartımanlara standartların üzerinde 6 yetişkin insan ve 12 çantayla sızlana sızlana sığmaya çalışırken hikâyemizin startını veren telefondaki aynı sesi duyduk: “Hadiiin kızım ya, girin içeri. Ayağınız yerden kesilsin yeter be kızım ya…” Yerden kesilen yerlerimiz zaten sadece ayaklarımız olmuştu. Yatarken yatakla insan temasını kesebilmek için soğukta başımıza sardığımız eşofmanları bu sefer çarşaf olarak kullandık. Çünkü Kurtaran Abi’nin korkusuna kimse çarşafları açamamıştı. O eşofmanlar asıl hizmet alanının dışında daha başka işlere de yarayacak şekilde nasıl bu kadar çok amaçlı üretilmişlerse her başımız sıkıştığında eşofmanlara saldırıyorduk. Bu kadar yaygın kullanımlı eşofmanlar ürettikleri için biz mi üretici firmayla gurur duymalıydık, yoksa Eczacıbaşı mı bizim gibi pratik zeka uzaylı Zekiyelerle gurur duymalıydı bilmiyorum artık. Neyse biz ayaklarımızı yerden kesmek suretiyle Kurtaran Abi’nin gazabından kurtulduk ya uyuz olmaya falan razıydık. Seyahat dört saat sürdü ama o kadar yorgunluğa, bezmişliğe rağmen hiç uyuyamadık. Zira uyurken insan elini kolunu kontrol edemez ya, uyurken elimiz yatağa falan değmesin diye Hindu tanrıçaları gibi ellerimiz göğüste çaprazlama, yatağa sığmadığımızdan dizler karına çekilmiş, beyinde bir sürü komplo teorileri varken insan nasıl uyuyabilir ki? Komplo teorilerinin ilki; sürekli bir vasıtaya binmeyi kaçırdığımız gibi inmeyi de kaçırırsaktı!!! İkincisi ise basında çıkacak olası yorumlar:
-“Eczacıbaşı’nın seyahatlerdeki başarı yüzdesi servis karşılama yüzdesi ile aynı” Alev Anakök
-“Eczacıbaşı bu sezon, oyun sistemleriyle beraber seyahat sistemlerini de değiştirince trenden inemediler” Cengiz Tokgöz
– “ Ay haydi çocuklar inmeye bir istasyon kaldı, ha gayret.” Aylin Üstündağ
-“Eczacıbaşı’nın mankenleri kıskandıracak kadar güzel voleybolcuları (!) Bologna tren istasyonundaki köpük partisinde çılgınca eğlendiler” Pazar Sürprizi…
Bunlar neyse de olmayacak şey olur da uyuyakalıp Bologna yerine Polonya’ya gidersek diye o güzelim yataklı trenin tadını bir türlü çıkaramadık. Biz de bu kısmetsizlik varken bunu da becerebilitemiz yüksekti çünkü. Bu sebeptendir ki kapalı yerde kalma korkusu olan Mesude ile böyle güzel ve konforlu bir seyahate rağmen sinirleri bozulmuş olan Çiğdem’i nöbetçi yaptık. Seyahatin başından beri her yer pis diye tuvalete girmeyen Zeycan daha fazla dayanamayıp, tüm düşme tehlikelerini göze alaraktan, en önemlisi “ayağınızı yerden kesin” emrini de çiğneyerekten ikamet ettiği 3. kattan önce bir alt katta yatan Özlem’in saçına, sonra zemin kattaki Aylin’in omzuna basarak çantaların üzerine yumuşak bir pike yaptı. Dönüşte odayı bulmak kolay olsun diye de kapıyı aralık bırakıp olay yerine intikal etti. Dönünce bir de ne görsün? Bütün kapılar aynı, hepsi kapalı. Meğer aklını hırsızlarla bozan Aylin “O gelene kadar ya hırsız girerse” diye kapıyı kapatmış. Seyahatin bir türlü sona ermemesi takımda paranoid şizofren, kompalsif obsesyon gibi ruhsal rahatsızlık vakalarına rastlama oranını da artırdı. Elif’in taksi beklerken, bize taksi bulmak için çabalayan Anji’den sürekli “Taksi’de bir adam var. Deli
mi ne adam bizi çağırıyor kızlar!!!” diye bahsetmesi bizi epeyce endişelendirdi doğrusu. Yalnız, endişelerimizin “tüh ya kız aklını kaybetti” değil de “Bu şimdi beni tenhada kıstırır da bir şey yapar mı” olması takımda sağlam kimsenin kalmadığının en belirgin işaretiydi. Zavallı Elif, seyahat travmasıyla Anji’yi ona zarar verecek bir adam sanıyordu.
İneceğimiz yeri kaçırmamak için, geniş odalarımızdan yarım saat önce çıkıp, HADİİİ komutunu beklemeye başladık. Komutla beraber trenden inip bir sonraki trene yine tren yakalama temposuyla koştuk ki ne görelim tren gitmiş tabii ki. Her hangi bir şaşkınlık belirtisi göstermeden rutin bekleme işlemleri yapılmaya başlandı; pantolonların üzerine eşofman giy, berenin üzerine eşofman bağla, teknik ekibin uygun gördüğü bir meet pointte çantaları birbirine yaklaştır ve üzerine otur. Ama ikinci bir emre kadar sırt çantanı sırtından indirme. Zira bizde hala Bergamo’ya ulaşma ümitleri tükenmediği için, şayet ulaşırsak maçta giyeceğimiz maç malzemeleri onların içinde olduğundan o çantaları sadece ayağını yerden kes emrinde indirebildik. Hatta Deniz soğuğun yarattığı travmayla çantayı doğuştan kamburu sanıp epeyce ağladı. Uzatmayalım, ekip yine bilgi toplamak için ortadan kayboldu. Biz de yeni istikameti ve yeni seyahat şeklini öğrenmeyi beklerken uyuyakalıp donmayalım diye üzerimize sarabileceğimiz malzemeleri bulmak için çantaları deşmeye başladık. Böylece bizim çantaların yarısı üzerimizde sergilendi gidene kadar. Ah Kurtaran Abi kamp eşofmanı yerine herkese bir kamuflaj bu seyahate çok uygundu aslında. Bu arada herkesin gözü bir köşede sessizce pantolonlarını çıkarmaya çalışan Emel, Deniz ve Gökçen’e takıldı. Tamam, kızları fikren, bedenen ve ruhen kaybettik derken anladık ki çocuklar pantolonlarını çıkarıp altlarına tightlarını üstlerine kotlarını giymeye çalışıyorlarmış.
Artık midelerimiz bir kez daha iyice kazınmaya başlamıştı. Yeryüzüne çıkalım da yiyecek bulalım dedik. Çıktık ki ne görelim sabah olmuş. Gözlerimiz bir süre ışığa alışamadı tabii. Etraftaki şık insanlarda bize alışamadı. Tuhaf ve korkak bakışlar… Üzerimizdeki fazlalıkları atıp nispeten normal bir görüntüye ulaşınca yine ünlü, malum hamburgerciye daldık. Hayatımızda bir lokmayı hiç bu kadar çok çiğnememişizdir eminim. Amaç doymak değil, yeme kısmı uzun sürsün de daha fazla ısınalım. Fakat çantaların başında nöbet tutan onbaşı Sezal ile er Serdar’ın soğuktan şehit olma olasılığını ve Kurtaran Abi’nin bir kez daha sıkıyönetim ilan etme ihtimalini düşünerek bu çiğneme, parçalama ve sindirme eylemine bir son vererek kamp merkezimiz olan yer altı şehrine geri döndük.
Bu tren kaçırıp, yakalama ve bekleme oyununun böyle devam etmeyeceğine karar veren veya bunun diğer seyahatlerimiz için sadece bir tatbikat olduğunu ve bu seferlik dozun yeterli olduğuna karar veren staff, sonunda çareyi özel bir otobüs kiralayıp gitmekte buldu. Otobüsü bize doğru gelirken gördüğümüzde, artık bizim için kâbusun, soğuğun ve açlığın geride kaldığını, güzel günlerin başladığını, güneşin doğduğunu, o meşhur hamburgercinin büyük sarı M harfinin gözbebeğimize yansıdığını ve evimizdeki sıcak yatağın rahatlığını hissettik. Otobüse binen her sporcu bu turnuvanın daha en başında zekâsını, çevikliğini ve ahlakını çoktan göstermenin haklı gururunu yaşıyordu. Yorgun ve mutlu bedenlerimizi koltuklara bırakınca memleket hasreti, gurur ve azmin zaferiyle 10. Yıl Marşını söylemeye ramak kalmıştı ki, gözkapaklarımıza yenilip, kendimizi uykunun kollarına bıraktık…
Zeycan ACAR
Comments are closed.